GuidePedia

0

Mükemmel ve mükerrem bir surette yaratılan insanın yaratılışta güzel olan letaifleri; nefs’in onlara galip gelmesiyle asli değerlerini, kabiliyetlerini yitirirler. İşte bu letaifleri tekrar bir mürşid önderliğinde eğiterek eski güzel hallerine döndürmek mümkündür. Buna tasavvufta TEZKİYE adı verilir.

Tezkiye lügatte, temizlemek, arındırmak mânâlarının yanısıra, artırmak, geliştirmek, bereketlendirmek ve feyizlendirmek anlamını da ihtivâ eder. Bu mânâ çerçevesinde tezkiye, esâsen mânevî eğitimin bütün seyrini ifâde eder.

Nefsi tezkiye; öncelikle onu küfür, cehâlet, kötü hisler, yanlış îtikadlar, fenâ ahlâklardan temizlemektir. Yâni şer'-i şerîfe aykırı her türlü îtikâdî, ahlâkî ve amelî yanlışlıklardan arındırmaktır. Onu temizleyip kötülüklerden koruduktan sonra da, îmân, ilim, irfân, hikmet, hayırlı duygular, güzel huylar gibi takvâ hasletleriyle terbiye ve tezyîn ederek, onu rûhâniyetle doldurmaktır.

Nefsi tezkiyeye çalışmak ve bu uğurda ciddî bir gayret ile seyr u sülûke girmek, ehemmiyetine ve zorluğuna binâen "cihâd-ı ekber" kabul edilmiştir.

Nitekim bu tâbiri Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, pek zorlu geçen Tebük Gazvesi'nden dönüşlerinde bizzat ifâde ederek ashâbına:

"- Şimdi küçük cihâddan büyük cihâda dönüyoruz." buyurmuşlardır.

Hâlbuki dönmekte oldukları sefer, pek büyük bir gazveydi. Zirâ seferin evvelinden nihâyetine kadar münafıkların fitneleri ve şeytanın vesveseleri eksik olmamıştı. O yıl şiddetli bir sıcaklık ve kuraklık hüküm sürmüştü. Katedilen yol, oldukça uzundu ve yaya yürümeye müsâid değildi. Meyvelerin toplanacağı hasad mevsimi de gelip çatmıştı. Kendilerini kalabalık bir Bizans ordusunun beklemekte olduğu haberi ise, bu gazveyi daha da zorlu bir sefer kılmaktaydı. Otuz bin kişiyi aşan sahâbî ordusu, bin kilometre gitmiş ve geri dönmüştü. Medîne'ye yaklaşırken âdetâ şekilleri değişmişti. Derileri kemiklerine yapışmış, saç-sakal birbirine girmişti. Hâl böyleyken Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in söylediği bu sözün hikmetini merâk eden bâzı sahâbiler, hayretler içinde:

"- Yâ Rasûlâllâh! Hâlimiz meydanda! Bundan daha büyük cihâd olur mu?" dediklerinde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

"- Evet! Şimdi küçük cihâddan en büyük cihâda; nefsin hevâsı ile mücâhedeye dönüyoruz!"[1] buyurdular.

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

"Akıllı, nefsine hâkim olup onu hesâba çekerek ölümden sonraki hayat için çalışan, ahmak da nefsini hevâsına tâbî kıldığı hâlde Allâh'tan (hayır) umandır." (Tirmizî, Kıyâmet, 25; İbn-i Mâce, Zühd, 31) buyurmuştur.

Bu itibarla her mümin, tezkiyesi ile mükellef olduğu nefsine karşı ciddî bir mes'ûliyet şuuruyla hareket etmelidir. Kişinin, nefsini tezkiye etmeye çalışırken, bu işin ehemmiyet ve usûllerine vâkıf olması gereklidir. Aksi hâlde "kaş yapayım derken göz çıkarma" meselinde olduğu gibi bir hatâya düşülebilir.[2]

Hepimizin dış temizliğe olduğu kadar iç dünyamızın temizliğine ihtiyacı var. İyi sıfatların kötü sıfatlara hakim olması insanı olgun yapar. Bunun için insanın yalnızca dış temizliği, beden sıhhatiyle değil, iç dünyasının temizliğiyle de, sağlığıyla da ilgilenmesi gerekir.

Bu arınmanın herkes için mümkün olup olmadığına gelince, eğer bu mümkün olmasaydı AllahTealâ kimseyi nefsini terbiye etmekle sorumlu tutmazdı. Peygamber olmak insanın istemesiyle olmaz, iyi ve temiz insan olma yolu herkese açıktır. Allah Tealâ’yı anlayacak, kendi nefsini terbiye ve tezkiye edecek güç insanın yaratılışında vardır.[3]

Allah Rasulü’nün (A.S.) Sahabe-i Kiram Efendilerimizi Terbiye Etmesi

Sahabe-i Kiram, İslâm’la tanışmadan ve Allah Rasulü’nün (A.S.) nurlu nazarları altında terbiye görmeden önce şirk içinde bocalıyordu. Kur’an-ı Hakim’in ifadesiyle koyu bir sapıklık içinde bulunuyorlardı. (Cuma/2) Ancak Allah’ın büyük lütfuyla bu koyu cehalet ve sapıklık çizgisi devam etmedi, değişti. Müşriklerden bir çoğu mümin oldu, cahiller ilimle buluştu. Edeb nedir bilmeyenler, edeble süslendi. Öyle ki, güzel ahlâk ve incelikte melekleri hayran bıraktılar. Cimriler, Allah yolunda canlarını verecek derecede cömert oldular. Tembeller, ilahi aşk ile canlanıp meydana çıktılar, binlerce başarının altına imza attılar. Dünya zikriyle yatıp kalkanlar, Allah’ın Habibi Hz. Muhammed’le (A.S.) tanışınca Allah aşığı oldular; gafletten zikre geçtiler, karanlıktan nura çıktılar. Kısaca, kader çizgileri değişti, kederleri gitti. Bugünün insanı için de aynı durum mümkündür ve böyle bir değişme bize de emredilmiştir.[4]

Şimdi bunu bir örnekle açıklayalım inşallah.

Şeyh Ebû Bekir Şiblî hazretleri (k.s) iki kanatlı idi. Bir kanadı ile Devamend emiri yani valisi, diğer kanadı ile tam kırk küfe dolusu hadis okumuş bir hadis âlimiydi. Onun kemalât yoluna intisabı şöyle oldu:

Ebu Bekir Şiblî hazretleri, Devamend emiri iken, kendisine Rey amiri vasıtasıyla halifenin huzuruna davet edildiğini bildiren bir mektup gelir. Rey emiri ile birlikte Bağdat'taki halifenin huzuruna varırlar. Her iki emire de hil'at/sultanların giydiği kürklü bir çeşit pelerin hediye edilir. Tam halifenin huzurundan ayrılırlarken Rey emirinin aksıracağı tutar. Aksırdıktan sonra da hil'atinin etek ucuna ağzını, burnunu siler. Bu olayı derhal halifeye yetiştirirler. Halife emir verir: "Derhal emirin hil'atini çıkarın, ensesine vurun ve emirlik görevini alın."

Devamend emiri Şiblî hazretleri durumu öğrenince aklı başına gelir, düşünür. Derhal halifenin huzuruna çıkarak istifasını verir. Halife, neden böyle yaptığını sorar. Ona şöyle cevap verir:

"Ey halife, sen Allah'ın yarattığı bir kul yani mahlûk olduğun halde, kadri kıymeti malum bulunan hil'atine yapılan saygısızlığı hoş karşılamadın. Ben de bu davranışı hoş karşılamadım. Ben, âlemlerin padişahı olan Allah Azîmüşşân'ın ihsan etmiş olduğu marifet ve muhabbet hil'atini almışım. Onun ebedî saadetine ulaşmak için ben Allah'a kul olacağım. Onun için emirlikten vazgeçiyorum."

Ebû Bekir Şiblî hazretleri, kurtuluşun Allah dostlarında olduğunu anlayarak, Bağdat'taki Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin dergâhına geldi. Dünyadaki mertebesine göre izzet ve ikramla karşılanması gerekirdi. Çünkü büyük bir hadis âlimi ve aynı zamanda vali idi. Peki, nasıl karşılandı? Ebû Bekir Şiblî, Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine:

- Sizin yanınızda meşhur bir cevher varmış. Bunu, ya bana hediye edin veya satın, dedi.

- Satacak olsam bedelini ödeyemezsin. Hediye edecek olsam kolay kazanılmış malın kıymeti olmaz. İkisi de sana uymaz, dedi. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri.

- Öyleyse ne yapalım?

- Git, bir yıl kibrit sat, dedi.

Ebû Bekir Şiblî hazretleri bir sene kibrit sattı. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri bir yılın sonunda ona:

- Bu iş ticaret ve şöhret kapısıdır. Şimdi git, kapı kapı dolaşarak dilencilik yap, buyurdu.

Ebû Bekir Şiblî hazretleri:

- Sem'an ve taaten/işittim ve itaat ettim, dedi.

Ve dilenciliğe başladı. Hadis âlimi bir vali hiç dilenci olur mu?

Demek ki, Ebû Bekir Şiblî hazretlerinin bedeninde ve ruhunda Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin gördüğü mânevî bir illet/hastalık var. Bu yolda hem izzet sahibi nefsi beslemek hem de ârifibillah olmak yoktur.

Onun için Ebû Bekir Şiblî hazretleri (k.s) Bağdat'ta bir yıl dilencilik yaptı. Çalmadık kapı, geçmedik sokak bırakmadı. Sonunda artık kimse bir şey vermez hale geldi. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine durumunu anlattı:

- Sultanım, önceleri biraz verdiler ama şimdi hiçbir şey vermiyorlar dedi.

- Şimdi kendi kıymetini/değerini artık bildin mi? Hani sen emir idin otuz yıl hadis okumuştun; bak şimdi bir metelik bile etmiyorsun. Onun için şu dünyaya bel bağlama; ben, sende halâ makam ve şöhret  izlerini görüyorum: Bir sene daha dilencilik yap.
Ve böylece Ebû Bekir Şiblî hazretleri bir sene daha dilencilik yaptı. Artık onun nefsi, yere atılmış peçete/mendil gibi oldu. Anladı ki hiç bir izzet bâki/ebedî değildir. Emirlikten ve ilimden gelen gururu dört senede temizledi. Sonra Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine mürid oldu.tn5" name=_ftnref5>[5]

Tasavvufun terbiye usulleri insanı arındırıp olgunlaştırır. Kişiyi “ihsan” makamına çıkarır. Bilindiği gibi Rasullullah s.a.v. Efendimiz ihsanın ne olduğunu açıklarken şöyle buyurmuşlardır: “Sen Allah’ı görmüyor olsan bile  O seni görüyor. Her an Allah’ın huzurunda olduğunu bil ve her işini ona göre yap.”

Bizler ihsana sahip olup Allah Tealâ’nın bizi her an gördüğünün idrakiyle yaşadığımız zaman günaha girmemiz, hatalı, çirkin işler yapmamız mümkün olmaz. Böylece Allah Tealâ’nın yakınlığı, sevgi ve şefkati bize ulaşır. İnsan için en büyük nimet de budur.[6]




[1] - Bkz. Suyûtî, Câmiu's-Sağîr, II, 73.
[2] - Nefs ve Tezkiyesi, www.tasavvufalemi.com
[3] - Terbiye ve Güzel Ahlak, Mehmet ILDIRAR, Semerkand Dergisi, Sayı:131, Kasım 2009
[4] - Değişebilen Kader Çizgisi, Nurullah TOPRAK, Semerkand Dergisi, Sayı:131, Kasım 2009
[5] - Nefs Terbiyesi, Haz.Mehmet FATI
[6] - Terbiye ve Güzel Ahlak, Mehmet ILDIRAR, Semerkand Dergisi, Sayı:131, Kasım 2009

Yorum Gönder

 
Top