Peygamberimiz'in (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) üçüncü halifesi, hayâ ve edep numunesi Hz. Osman (Radıyallahû Anh), hayatta iken cennetle müjdelenen bahtiyarlardan biriydi. Hz. Ebû Bekir (Radıyallahû Anh), ilk defa eski samimi dostlarını ziyaret ederek hak dini onlara anlatmaya başlamıştı. Bu dostlarından biri de Hz. Osman’dı (Radıyallahû Anh). Hz. Osman (Radıyallahû Anh) yaradılıştan halim selim, iyi ahlâklı ve dürüst bir şahsiyetti.
İslam’ı kabule müsait bir mizaca sahipti. Hz. Ebû Bekir’i (Radıyallahû Anh) dikkatle dinledi ve anlattıklarına büyük bir alaka duydu. Sonra da birlikte Resûlullah’ın (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) huzuruna gittiler.
Peygamberimiz (a.s.m.), Hz. Osman’a (Radıyallahû Anh):
“Allah’ın ihsanı olan cennete rağbet et. Ben sana ve bütün insanlara hidayet rehberi olarak gönderildim. Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur.” dedi. Kur’ân-ı Kerim okudu.
Hz. Osman (Radıyallahû Anh) İlahî kelamın cazibesine kapıldı. Hemen Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman oldu. Hz. Osman (Radıyallahû Anh), daha sonraları bu hissiyatını şöyle dile getirir:
“Resûlullah’ın (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) lisanından duyduğum o ilk sözler, o kadar saf ve sade, o kadar tesirli idi ki, âdeta Kelime-i Şehadet ihtiyarsız olarak dudaklarımdan dökülüverdi.”
Hz. Osman (Radıyallahû Anh), İslam’la şereflendiği sırada 34 yaşında idi. Genç, nüfuzlu bir tüccardı. Hâli vakti yerinde bir kimseydi. Müslüman olduğunu öğrenen amcası Hakem bin Ebi’l-As öfkesinden çıldıracak gibi olmuştu. Osman’ı bir direğe bağladı ve:
“Bu dini terk etmedikçe sana hiç yiyecek vermeyeceğim!” dedi. Fakat ölüm pahasına da olsa, onun dininden dönmeyeceğini anlayan diğer akrabası araya girerek serbest bıraktırdılar.[1]
İslamiyet gelmeden önce Ebû Leheb’in oğlu Utbe, Peygamberimiz'in (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) kızı Hz. Rukiyye (Radıyallahû Anha) ile evliydi. Utbe, Peygamberimiz'in (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) yeni bir dini tebliğ ettiğini öğrenince gelip Peygamber Efendimize (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) hitaben:
“Senin kızını da, tebliğ ettiğin dini de istemiyorum!” demiş ve Hz. Rukiyye’yi (Radıyallahû Anha ) boşamıştı.
Bunun üzerine Hz. Osman (Radıyallahû Anh), Hz. Rukiyye’ye (Radıyallahû Anh) talip olmuş ve onunla evlenmişti.
Müşriklerin zulmünden dolayı Habeşistan’a hicret eden 15 kişilik kafile arasında Hz. Osman ve Rukiyye de (Radıyallahû Anhümâ) bulunuyordu. Resûlullah (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem), Hz. Osman’ın (Radıyallahû Anh) herkesten önce yola çıktığını duyunca şöyle buyurdu:
“Onların dostu ve hâkimi Allah’tır. Osman, Lût’tan (Aleyhisselâm) sonra ailesiyle birlikte ilk hicret eden kimsedir.”[2]
Hz. Osman (Radıyallahû Anh), bir müddet Habeşistan’da kaldıktan sonra tekrar hanımıyla birlikte Mekke’ye döndü. Daha sonra da oradan Medine’ye hicret etti.
Hz. Osman’ın (Radıyallahû Anh) en bariz vasfı, edep ve hayâsı idi. Hz. Âişe’nin (Radıyallahû Anha) rivayetine göre, bir gün Resûlullah, üzerine bir örtü çekmiş olduğu hâlde istirahat ediyordu. O sırada Hz. Ebû Bekir (Radıyallahû Anh) kapıya geldi, içeri girmek için izin istedi. Resûlullah tavrında bir değişiklik yapmadan içeri girmesine izin verdi. Sonra soracağını sorup gitti. Daha sonra Hz. Ömer (Radıyallahû Anh) geldi, ona da aynı şekilde hâlini değiştirmeden izin verdi. Ondan sonra Hz. Osman (Radıyallahû Anh), huzura girmek için izin istedi. Bu defa Resûlullah hemen doğruldu, toparlandı.
Bunun üzerine Hz. Âişe (Radıyallahû Anha):
“Ey Allah’ın Resûl’ü!” dedi, “Ebû Bekir ve Ömer için toparlanmadığınız hâlde, neden Osman gelince hâlinizi değiştirdiniz?”
Allah Resûlü şöyle cevap verdi:
“Çünkü Osman çok hayâlı birisidir. Kendisinden meleklerin bile hayâ ettiği bir kimseden ben hayâ etmeyeyim mi?!”[3]
Ebû Mûse’l-Eş’arî anlatıyor:
Resûlullah (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) ile birlikte bir eve gelmiştik. Bana:
“Kapıda dur ve kimseyi izinsiz içeri alma!” buyurdu.
Biraz sonra Ebû Bekir çıkageldi.
“Ey Allah’ın Resûl’ü!” dedim, “Gelen, Ebû Bekir’dir.” Buyurdu ki:
“İçeri al ve kendisini cennetle müjdele.”
Sonra Ömer geldi. Ona da aynı şeyi söylememi emretti.
Daha sonra Osman geldi. Onun için şöyle buyurdu:
“İçeri al ve onu da başına gelecek belalardan dolayı cennetle müjdele!” buyurdu.
Böylece, Hz. Osman’ın (Radıyallahû Anh) hem cennetle müjdelenenlerden, hem de ilerde başına pek çok musibet gelecek birisi olduğunu ifade etmiş oldu.[4]
Hz. Osman (Radıyallahû Anh), bütün arzusuna rağmen Bedir Savaşı’na katılamamıştı. Zira hanımı Hz. Rukiyye (Radıyallahû Anha) ağır hasta idi. Peygamber Efendimiz mazeretini kabul ettiği hâlde, o, kalbinde Bedir’e iştirak edememenin üzüntüsünü hissediyordu. Hz. Rukiyye yakalandığı hastalıktan kurtulamadı, vefat etti. Bedir’de Müslümanların zaferi Hz. Osman’ın (Radıyallahû Anh) bu derin üzüntüsünü sevince çevirdi.
Resûlullah (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem), Bedir’den döndükten sonra Hz. Osman’a (Radıyallahû Anh) bir müjde daha verdi:
“Sen Bedir’e katılmadığın hâlde bir şehit ecri aldın.”
Daha sonra Peygamberimiz (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem), diğer kızı Hz. Ümmü Gülsüm’ü (Radıyallahû Anha) de Hz. Osman’a (Radıyallahû Anh) nikâhladı.
Bundan sonra Hz. Osman “iki nur sahibi” manasında “Zinnûreyn” lakabıyla anıldı.
Hz. Ümmü Gülsüm’ün (Radıyallahû Anha) vefatından sonra da Peygamberimiz (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem), “Eğer 40 tane kızım olsaydı, onları birer birer Osman’la evlendirirdim!” buyurarak, hayâ timsali olan damadını teselli etti.[5]
Uhud Gazası’na katılan Hz. Osman (Radıyallahû Anh), orada Peygamberimizin (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) vefat haberinin yayılması üzerine duyduğu üzüntüyü zaman zaman hatırlar ve o sırada çektiği ıstırabın şiddetini dile getirirdi.
Hicret’in 4. yılında yapılan Zâtürrikâ Gazvesi’nde Peygamberimiz, kendisini Medine’de vekil olarak bırakmıştı. Bundan sonra yapılan bütün gazalara katılan Hz. Osman (Radıyallahû Anh), Hudeybiye Sulhü sırasında da Resûl-i Ekrem Efendimiz (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) tarafından Kureyş’e elçi olarak gönderilmişti. Hz. Osman (Radıyallahû Anh), Mekke’ye gidip, geliş maksatlarının sadece umre haccı yapmak olduğunu anlattıysa da, müşrikler direnmeye devam ediyor, şöyle diyorlardı:
“Git, seni gönderene söyle. O hiçbir zaman Mekke’ye girip Kâbe’yi tavaf edemeyecek! Ama sen Kâbe’yi tavaf etmek istersen, edebilirsin.”
Hz. Osman (Radıyallahû Anh) ise onlara şöyle cevap vermişti:
“Ben Resûlullah (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) olmaksızın Kâbe’yi tavaf etmem!”
Kureyşliler, Hz. Osman’ın (Radıyallahû Anh) bu sözünden çok rahatsız oldular ve bir müddet kendisini göz hapsinde tuttular.
Müşriklerin sözleri boşa çıkacak ve Resûlullah çok kısa bir zaman sonra gelerek Kâbe’yi tavaf edecekti.
Hz. Osman’ın (Radıyallahû Anh) göz hapsinde tutuluşu, Müslümanlara “şehit edildiği” şeklinde ulaştı. Bunun üzerine galeyana gelen Müslümanlar savaştan başka çare görmüyorlardı. Heyecan son safhasındaydı. İlahî vahiy “Resûlullah’a biat yapılması” şeklinde tecelli etti. Bütün Müslümanlar, Resûlullah’a itaat edeceklerine, Allah ve Resûlü yolunda canlarını feda edinceye kadar savaşacaklarına söz verdiler. Resûlullah bir eliyle kendisi için, diğer eliyle de Hz. Osman (Radıyallahû Anh) için biat alıyordu. Bu biat, İslam tarihine “Rıdvan Biatı” olarak geçti.
Müşrikler bunu haber alınca endişeye kapıldılar ve Hz. Osman’ı (Radıyallahû Anh) serbest bıraktılar. Bir müddet sonra Hz. Osman’ın (Radıyallahû Anh) çıkıp gelmesi Müslümanları çok sevindirdi. Kendisine, “Her hâlde Kâbeyi tavaf etmişsindir” dediler. Hz. Osman’ın (Radıyallahû Anh) cevabı ise şu idi:
“Allah’a yemin ederim ki, Mekke’de bir yıl kalsaydım ve Resûlullah da Hudeybiye’de bulunsaydı, o Kâbe’yi tavaf etmedikçe, ben yine tek başıma tavaf etmezdim.”[6]
Hz. Osman (Radıyallahû Anh) daha sonra yapılan Hayber Gazası’na, Mekke’nin Fethi’ne ve Hevazin Harbi’ne iştirak etti. Huneyn Gazası’nda, etten bir kale gibi Resûlullah’ı (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) koruyan ve müdafaa edenler arasında Hz. Osman da (Radıyallahû Anh) vardı.
Hz. Osman (Radıyallahû Anh), Tebük Gazvesi’nde 1000 dinar para, 50 at ve 100 adet deve yardımında bulundu. Peygamberimiz onun bu cömertliği karşısında:
“Bundan sonra yapacağı hataların hiçbirisi Osman’a zarar vermez.” buyurarak onu müjdeledi.[7]
Hz. Osman (Radıyallahû Anh), zenginliğin şükrünü eda etmek için muhtaçlara bol bol ikramda bulunur, fakat kendisi gayet mütevazi yaşardı.
Medine’de kıtlık olduğu bir sırada Hz. Osman (Radıyallahû Anh), Şam’dan 100 deve yükü buğday getirtmişti. Sahabe-i Kirâm, satın almak için yanına koştular. Ancak o:
“Sizden daha iyi alıcım var. Sizden daha fazla kâr veren var.” dedi. Sahabiler bunu Hz. Ebû Bekir’e bildirip üzüldüklerini ifade ettiler. Hz. Ebû Bekir (Radıyallahû Anh), Hz. Osman’ı (Radıyallahû Anh) herkesten iyi tanıdığı için onlara şöyle dedi:
“O, Resûlullah’ın (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) damadı olmakla şeref kazanmıştır. Cennet'te de onun arkadaşıdır. Siz onun sözünü yanlış anlamışsınızdır. Buyurun, beraber gidelim ve durumu kendisinden öğrenelim.”
Hz. Osman’ın (Radıyallahû Anh) yanına vardıklarında Hz. Ebû Bekir (Radıyallahû Anh):
“Ey Osman, sahabiler sözlerine üzülmüşler. Ne dersin? Meselenin aslı nedir?”
Hz. Osman (Radıyallahû Anh) şöyle cevap verdi:
“Ey Resûlullah’ın halifesi! Onlardan daha iyi alıcı olan biri, 1’e 700 veriyor. Biz de buğdayı 1’e 700 verene sattık.”
Hz. Osman (Radıyallahû Anh) bu sözleriyle, kervandaki malını Allah yolunda sadaka olarak verdiğini ifade ediyordu.
Nitekim az sonra 100 deve yükü buğdayı Medine’de bulunan fakir sahabilere karşılıksız olarak dağıtıverdi. Hz. Ebû Bekir (Radıyallahû Anh) buna çok sevindi ve Hz. Osman’ı (Radıyallahû Anh) alnından öptü.
Hz. Osman (Radıyallahû Anh), bir defasında Resûlullah’ın evinde yiyecek kalmadığını haber almıştı.
Derhâl semiz bir koyun, bir miktar un ve yağ alarak Hz. Âişe’nin (Radıyallahû Anha) kaldığı eve götürdü ve şöyle dedi:
“Ey müminlerin annesi! Resûlullah’ın bunu diğer hanımları arasında paylaştıracağını sanıyorum. Asla yapmasın. Çünkü ben onlara da bunların aynısını göndereceğim.”
Peygamberimiz (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) eve gelip durumu öğrenince:
“Yâ Rabbi! Osman’ın geçmiş, gelecek, açık ve gizli bütün günahlarını bağışla!” diye dua etti.
Hz. Ali (Keremallahû Vechehû), Hz. Fatıma’yla (Radıyallahû Anha) evleneceği zaman, düğün masrafı yapmak için zırhını satılığa çıkartmıştı. Pazarda Hz. Osman’la (Radıyallahû Anh) karşılaştı. Hemen müjdeyi verdi. Sonra da mehir parası için zırhını satmak istediğini söyledi. Osman (Radıyallahû Anh) 480 dirheme zırhı satın aldı, parasını ödedi. Sonra Hz. Ali’ye (Keremallahû Vechehû) döndü ve şöyle dedi:
“Yâ Ali, Allah yolunda hizmet etmen için bu zırhı sana düğün hediyesi olarak veriyorum. Bu zırh ancak senin gibi bir İslam kahramanına layıktır.”
Hz. Osman’ın (Radıyallahû Anh) en büyük hususiyetlerinden birisi de cömertliğiydi.
Hz. Osman (Radıyallahû Anh), servetini Allah yolunda harcamaktan çekinmezdi. Bir defasında Müslümanlar içecek su bulmakta sıkıntı çekiyorlardı. Rûme Kuyusu’nun suyundan başka tatlı su bulamıyorlardı. Bu kuyu ise bir Yahudi’ye aitti. Suyu Müslümanlara çok pahalıya satıyordu. Bu durum Peygamberimizi (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) çok üzüyordu. Sahabilerle beraber olduğu bir sırada:
“Rûme Kuyusu’nu kim satın alırsa, Cennet'te de onun benzer bir kuyusu olacaktır.” buyurdu.
Hz. Osman (Radıyallahû Anh) da oradaydı. Hemen harekete geçti. Yahudi’yi buldu. Kuyuyu satın almak istediğini söyledi. Yahudi kuyunun tamamını satmaya yanaşmadı.
Çok yüksek bir fiyata yarısını sattı. Hz. Osman (Radıyallahû Anh) sevinçle Peygamberimiz'in (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) huzuruna çıktı. Kuyunun yarısını satın aldığını ve Müslümanlara vakfettiğini söyledi. Resûlullah (a.s.m.):
“Osman’ın hayrı ne güzel hayırdır!” buyurarak onu taltif etti. Hz. Osman (Radıyallahû Anh) bilahare kuyunun diğer yarısını da satın alarak tasadduk etti.[8]
Hz. Ebû Bekir’in (Radıyallahû Anh), halifeliği sırasında istişare ettiği ve görüşüne başvurduğu sahabilerin başında Hz. Osman (Radıyallahû Anh) gelirdi.
Hz. Ebû Bekir (Radıyallahû Anh) ölüm döşeğinde iken, kendisinden sonra halife olacak zatın vasıflarını Hz. Osman’a (Radıyallahû Anh) anlatıyordu. Hz. Osman (Radıyallahû Anh) da bunları kaydediyordu. Hz. Ebû Bekir (Radıyallahû Anh), tarif ettiği zatın ismini anmadan bayılmıştı. Hz. Osman (Radıyallahû Anh) “vefat ettiği” zannıyla Hz. Ömer’in (Radıyallahû Anh) ismini yazdı.
Biraz sonra Hz. Ebû Bekir (Radıyallahû Anh) ayıldı, kimi yazdığını sordu. Hz. Osman (Radıyallahû Anh), “Ruhunu teslim ettiğini sanmıştım. Tefrika çıkmasından korktuğum için Ömer bin Hattab’ı yazdım, ey müminlerin emîri!” dedi.
Hz. Ebû Bekir (Radıyallahû Anh), onun bu hassasiyetine çok sevindi ve memnuniyetini şöyle dile getirdi:
“İslam’a ve Müslümanlara yaptığın bu iyiliğinden dolayı Allah seni hayırla mükâfatlandırsın! Şayet kendini de yazmış olsaydın, yine isabetli hareket etmiş olurdun.”[9]
Hz. Osman (Radıyallahû Anh), Hz. Ömer (Radıyallahû Anh) devrinde de bütün gücüyle ona destek olmuş ve önemli hizmetlerin tedvirinde görev almıştı. Vefatını müteakip Hz. Ömer’in (Radıyallahû Anh) tayin ettiği şûra meclisi, Hz. Osman’ı (Radıyallahû Anh) halife seçti.
Şûra şu zatlardan meydana geliyordu:
Abdurrahman bin Avf, Sa’d bin Ebî Vakkas, Talha, Zübeyr, Osman ve Ali (Radıyallahû Anhümâ) …
Hz. Ömer’in oğlu Hz. Abdullah da (Radıyallahû Anhümâ) bu heyette bulunuyordu. Hz. Ömer (Radıyallahû Anh), vefatını müteakip bu şûranın, içlerinden birisini üç gün içinde halife seçmesini vasiyet etmişti.
Hz. Ömer’in (Radıyallahû Anh) teçhiz ve tekfininden sonra, heyet durumu iki gün boyunca müzakere ettiği hâlde bir türlü karara varamadı. Üçüncü gün Abdurrahman bin Avf, altı adaydan üçünün adaylıktan çekilmesini, geri kalan üçü üzerinde tercih yapılmasını teklif etti. Bunun üzerine Hz. Zübeyr Hz. Ali’yi, Hz. Sa’d da Abdurrahman bin Avf’ı (Radıyallahû Anhümâ), Hz. Talha ise Hz. Osman’ı (Radıyallahû Anh) aday gösterdi. Abdurrahman bin Avf (Radıyallahû Anh) adaylıktan feragat ettiğini açıkladı. Bunun üzerine seçim Hz. Osman ile Hz. Ali (Radıyallahû Anhümâ) arasında kaldı.
Daha sonra Hz. Abdurrahman (Radıyallahû Anh) her ikisiyle görüşmeler yaptı. Bu arada, sokaktaki adama, evdeki kadına ve mektepteki çocuğa varıncaya kadar herkesin görüşünü aldı Çoğunluk Hz. Osman’ı (Radıyallahû Anh) tercih ediyordu.
Hz. Abdurrahman (Radıyallahû Anh) daha sonra halkı mescide davet etti. Halifeliğe Hz. Osman’ı (Radıyallahû Anh) münasip gördüğünü açıkladı ve ona biat etti. Hz. Abdurrahman’dan (Radıyallahû Anh) sonra Hz. Osman’a (Radıyallahû Anh) biat eden ikinci şahıs Hz. Ali oldu. Bunları diğer Müslümanlar takip etti. Hepsi de biat ettiler. Hz. Osman (Radıyallahû Anh) böylece 644 tarihinde halife seçildi.[10]
Hz. Osman’ın (Radıyallahû Anh) hilafetinin ilk altı yılı fetihlerle geçti. Bu zaman içinde Afrika’nın mühim bir kısmı fethedildi. İspanya’ya ilk Müslüman akınları başlatıldı. Kıbrıs fethedildi. Ayrıca Hz. Ömer’in (Radıyallahû Anh) vefatını fırsat bilerek isyan eden Ermenistan ahalisi itaat altına alındı, Taberistan fethedildi. Bu yılın en mühim bir hadisesi, İslam donanmasıyla Bizans donanmasının Akdeniz’de karşı karşıya gelmesi ve İslam donanmasının 500 parçalık Bizans donanmasını bozguna uğratmasıdır. Bu zafer, Müslümanlara Akdeniz’de rahat manevra yapma imkânını kazandırdı. Müslümanlar, Malta ve Girit adalarına çıktılar. Bu arada bir grup Müslüman, Anadolu sahillerine çıkarken, diğer bir grup da İstanbul surlarına dayandı. Peygamber Efendimiz'in (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) müjdesine layık olabilmek için gayret göstermişlerdi.
Yine bu zaman zarfında idarede eyalet sistemi kökleştirildi. İslam ülkesi mülki ve idari olmak üzere iki sisteme ayrıldı.
* * *
Hz.
Osman’ın (Radıyallahû Anh) gerçekleştirdiği büyük ve tarihî hizmetlerinden birisi ve en
mühimi, şüphesiz “Kur’ân-ı Kerim nüshalarının çoğaltılması” işidir. O
sıralar Ermenistan ve Azerbaycan fethine katılmış olan sahabiler
arasında Kur’ân-ı Kerim’i okuma hususunda bazı farklı görüşler ortaya
çıkmıştı. Çünkü Irak ordusunda bulunanlar İbni Mes’ud’dan, Şam ordusunda
bulunanlar da Ubey bin Kâb’dan (Radıyallahû Anh) Kur’ân okumayı öğrenmişlerdi. Aradaki
küçük farklılıklar sebebiyle Huzeyfetü’l-Yemanî, Hz. Osman’a (Radıyallahû Anh) gelmiş:“Bu ümmet, Yahudi ve Hıristiyanlar gibi ihtilafa düşmeden önce onların imdadına yetiş!” demişti.
Bu müracaat üzerine Hz. Osman (Radıyallahû Anh), hemen bir istişare meclisi topladı. Bu heyet, yardımcılarıyla birlikte 12 kişiden müteşekkildi. İleri gelenleri Zeyd bin Sâbit, Abdullah bin Zübeyr, Sâid bin Âs ve Abdurrahman bin Hâris (Radıyallahû Anh) idi. Heyet, Hz. Ömer’in evinde ve Hz. Hafsa’nın himayesinde olan Kur’ân nüshasını, Hz. Ebû Bekir (Radıyallahû Anh) zamanında toplatılan nüsha esas alınarak beş (veya yedi) nüsha olarak çoğalttı. Çoğaltılan bu nüshalar Kûfe, Basra, Şam, Mekke, Yemen ve Bahreyn’e gönderildi. Bir nüsha da Medine’de bırakıldı. Bu nüshaya “imam” adı verildi.
* * *
1- İki Cihan Serveri Resûlullah’a (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) yetişme bahtiyarlığına erişerek ondan feyiz ve nur alan bahtiyar Sahabe neslinin mühim bir kısmının vefat etmiş olması, geride kalanların da yaşlanarak kendi köşelerine çekilmek durumunda kalması. Bu itibarla idareye tam layık kimseler bulunamıyor, mevcutların ihmalleri ve dirayetsizlikleri de zamanla karışıklıklara sebebiyet verebiliyordu. Şüphesiz ki, Sahabe-i Kirâm’dan feyiz alan Tâbiîn nesli de insanlık tarihinin mümtaz nesillerinden birisiydi. Ancak onların, adalet, dirayet ve hakkaniyette sahabiler kadar hassas olduklarını söylemek mümkün değildi.
2- Cahiliyet devrinde en önemli gurur ve iftihar sebebi olarak kabul edilen kavim ve kabile duyguları, İslam’ın ilk devirlerinde kutsi emirlere sadakatle uyulmasından dolayı yerini ulvi seciye ve duygulara terk etmişti. Ancak Peygamberimizin vefatından sonra kazanılmış olan fetih ve zaferlerde Kureyş kabilesi gençlerinin mühim payeler edinmiş olması, onların kabile gururlarını bir derece uyandırmıştı. Kureyş kabilesine mensubiyet bir imtiyaz ve üstünlük vesilesi sayılmaya ve Müslümanlar arasında rahatsızlık meydana getirmeye başlamıştı.
3- Fetihlerle İslam Devleti’nin hudutları bir taraftan Kuzey Afrika’da Mer’akeş’e, diğer taraftan Asya ortalarına Kabil’e kadar dayanmıştı. Bu durum, aynı zamanda muhtelif din, dil, ırk ve kabilelere mensup milletlerin ya Müslüman olması veya Müslümanların hâkimiyeti altına girmesi demekti. Bu milletlerden bazılarının, bilhassa İranlıların milli gururları fazlaca incinmiş olduğundan, merkezî İslam otoritesine karşı yavaş yavaş bir başkaldırma ve muhalefet hareketi baş göstermişti.
4- Hz. Osman’ın (Radıyallahû Anh) yaradılıştan yumuşak huylu, halim selim oluşu, insanları cezalandırmaktan ziyade affı tercih etmesi, bazılarının bunu istismar etmesini netice vermiş ve bu da suiistimallere ve idarenin zaafa uğramasına sebebiyet vermişti. Zaafa uğrayan bir idarede ise, maksatlı kimseler fitne ve fesat hareketlerine rahatlıkla devam edebilmişlerdir.
5- Hz. Osman (Radıyallahû Anh), Müslüman olmadan önce de gayet zengin, iyiliksever ve cömertti. Akrabasına düşkündü; onlara daima iyilik yapar, korur gözetirdi. Müslüman olduktan sonra ise bu duyguları ve iyilikseverliği daha da inkişaf etmiş ve akrabasını çokça gözetir olmuştu. Onun kendi malından ve kesesinden yaptığı yardımlar hazineden imiş gibi gösterilerek aleyhinde propagandalar yapılmış ve bu şekilde fitne ve fesat körüklenmiştir.
6- Hz. Ebû Bekir ve Ömer (Radıyallahû Anhümâ) zamanlarında idareciler gayet dirayetli ve otoriter, zemin ise fitne ve fesat hareketlerinden uzaktı. Hz. Osman (Radıyallahû Anh) ise şartların hassasiyeti dolayısıyla kimseye itimat edemez olmuş ve mühim idareciliklere, her zaman iyilikleriyle kendisine bağlamış olduğu akrabasını getirmeyi tercih etmişti. O böyle hareket etmekle otoriteyi sağlamaya çalışıyordu. Şüphesiz ki bu idareciler de gayet liyakatli ve dürüst kimselerdi. Ancak bu durum, muhalifler tarafından, “akrabanın kayırılması” ve “mühim idareciliklere akrabanın getirilmesi” şeklinde propaganda edilmiştir.
7- Fetihlerle birlikte Arap toplumu değişik milletlerle münasebetler içine girmiş, bu şekilde kurulan evliliklerle ya yeni Müslüman veya henüz Hıristiyan ve Yahudi ailelerinden meydana gelen çocuklar ahlakta ve dinde zayıf yetişmiştir.. Bu da fitne ve fesat için müsait bir zemin teşkil etmiştir.
Bütün bu sebeplere, Yahudi asıllı Abdullah ibni Sebe’nin de gayretleri eklenince, önü alınamaz bir fitne ateşi ortaya çıkmıştı.
Nihayet Hicret’in 35., Hz. Osman’ın (Radıyallahû Anh) hilafetinin de 12. yılında Kûfe, Basra ve Mısır gibi bölgelerden gelen bozguncular, Hz. Osman’ın evini muhasara altına aldılar. Başta Hz. Ali (Keremallahû Vechehû) olmak üzere ileri gelen sahabiler muhasarayı kaldırmak için gayret gösterdiyse de, buna bir türlü muvaffak olamadılar. Kader hükmünü yerine getirecekti. Bozguncular bu edep ve hayâ abidesi, masum ve mazlum halifeyi şehit etmeye kararlıydılar. Hz. Osman (Radıyallahû Anh), gözü dönmüş canilere son defa hitap ederek şöyle dedi:
“Beni niçin öldürmek istiyorsunuz?! Hâlbuki ben, Resûlullah’ın (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğunu işitmişim: ‘Şu üç hâlin dışında Müslüman’ı öldürmek haramdır: Evliyken zina eden, kasten adam öldüren, Müslüman olduktan sonra dinden dönen…’ Allah’a yemin ederim ki, ben ne Cahiliye döneminde, ne de Müslüman olduktan sonra zina etmedim. Hiç kimseyi öldürmedim. Müslüman olduktan sonra da bu dinden asla ayrılmadım... O hâlde beni neye dayanarak öldürmek istiyorsunuz?!”[11]
Fakat fitne ağları örülmüş, tahrikler yatıştırılamayacak noktaya varmıştı. Hz. Ali (Keremallahû Vechehû), iki oğlunu, Hasan ve Hüseyin’i halifeye nöbetçi bırakmıştı.
Abdullah bin Ömer ve bazı sahabiler de aynı şekilde halifeyi bekliyorlardı. Bu arada bozgunculara karşı koyacak kuvvet vardı. Abdullah bin Zübeyr, Zeyd bin Sâbit, Ebû Hüreyre (Radıyallahû Anh) ve diğer sahabiler, Allah’ın dinine yardım etmeye hazır olduklarını, halife izin verirse bozguncularla savaşmak istediklerini söylediler. Fakat Hz. Osman (Radıyallahû Anh), Müslüman kanı akmasını asla istemiyordu. Bu istekleri hep geri çeviriyordu:
“Ben hiçbir zaman ‘Müslüman kanı döken bir halife’ olarak anılmak istemem. Tek bir kişinin kanının dökülmesinden bile Allah’a sığınırım! Ben savaşsam onlara galip geleceğimi gayet iyi biliyorum. Fakat ben onları da, onları aleyhimde kışkırtanları da Allah’a havale ediyorum…”[12]
Edep, hayâ ve fazilet timsali, İslam’ın üçüncü halifesi, şehadetinden bir gün önce rüyasında, Peygamber Efendimizle (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) birlikte Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’i (Radıyallahû Anhümâ) gördü. Peygamberimiz (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) kendisine hitaben:
“Biz oruçluyuz, seni de iftara bekliyoruz.” buyurmuştu. Hz. Osman (Radıyallahû Anh) uyandıktan sonra o gece hemen oruca niyet etti.
Sevinçliydi. Çünkü artık Allah (Celle ve Alâ) ve Resûl’üne (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) kavuşma günü gelmişti. O gün Cuma idi.
Kur’ân okumaya başladı. Bozgunculardan birkaçı tam bu sırada fırsat bulup içeri daldılar ve Hz. Osman’ı (Radıyallahû Anh) şehit ettiler. Hz. Osman’dan (Radıyallahû Anh) akan kanlar, okuduğu Kur’ân’ın üzerine damladı. Böylece, Peygamber Efendimiz'in (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) istikbale ait bir mucizesi daha gerçekleşmiş oluyordu. Çünkü onun “haksız yere şehit edileceği”ni haber vermişti.
Hz. Osman’ın (Radıyallahû Anh) şehit edilmesiyle alakalı olarak Bediüzzaman Hazretleri’nin, “Neden Sahabiler veli oldukları hâlde bu fitneleri keşfedip, çıkaranlara karşı tedbir almadılar?” şeklindeki suale verdiği cevap, aynı zamanda bu cinayetin sebeplerine de ışık tutmaktadır: “O hadisata sebebiyet veren ve fesadı çeviren birkaç Yahudi’den ibaret değildir ki, onları keşfetmekle fesadın önü alınsın… Çünkü pek çok milletlerin İslamiyet’e girmeleriyle birbirine zıt ve muhalif çok cereyanlar ve efkâr karıştı. Bahusus bazıların gurur-u millileri Hz. Ömer’in darbeleriyle dehşetli yaralandığından, seciyyeten intikama fırsat beklerlerdi. Çünkü onların hem eski dini iptal edilmiş, hem medar-ı şerefi olan eski hükûmeti ve saltanatı tahrip edilmiş. İntikamını bilerek veya bilmeyerek hâkimiyet-i İslamiyeden almaya hissen taraftar bir suret almış. Onun için Yahudi gibi zeki ve dessas bir kısım münafıklar, o hâlet-i içtimaiyeden istifade ettiler, denilmiş. Demek o hadisatın önünü almak o vakitteki hayat-ı içtimaiyeyi ve muhtelif efkârı ıslahla olurdu. Yoksa bir iki müfsidin keşfedilmesiyle olmazdı.”[13]
* * *
“Kabir, ahiret yurtlarının ilkidir. Bir kimse eğer orada kurtuluşa ererse ondan sonrası daha kolaylaşır. Eğer orada kurtuluşa eremezse, ondan sonrası daha da zorlaşır.”
“Bir Müslüman, yolculuk veya başka bir maksatla evden çıkar ve ‘Allah’a iman ettim.
Allah’a dayandım. Allah’a tevekkül ettim. Allah’ın güç ve kuvveti dışında hiçbir güç ve kudret yoktur.’ diye dua ederse, evden bu şekilde ayrılışı iyiliklere kavuşmasına vesile olduğu gibi, kötülüklerden de uzaklaşmasına sebep olur.”
“Lâilâhe illallah gerçeğini bilerek ve ona inanarak ölen kimse Cennet'e gider.”
“Yatsı ile sabah namazını cemaatle kılan kimse, bütün geceyi ibadetle geçirmiş olur.”
“Kim güzel bir şekilde abdest alır, mescide girer ve namazını kılarsa, diğer namaz vaktine kadar arada geçen günahlarını Allah affeder.”[14]
Hz. Osman (Radıyallahû Anh) tarafından değişik vilâyet merkezlerine gönderilen nüshalar, asırların geçmesiyle kayboldu. Günümüzde halen onlardan bir tanesi İstanbul Topkapı müzesinde; bir diğer tam olmayan nüshası Taşkent'te bulunmaktadır. Çarlık Rus hükümeti onun faksimile ile röprodüksiyonunu (fotoğraf veya fotokopi ile tam kopyasını) neşretmiştir.
Şu anda dünyanın her yanında okunmakta olan Kur'an'larla Taşkent'teki Kur'an arasında tam bir benzerlik, aynılık söz konusudur. (Muhammed Hamidullah, İslam'a Giriş, Ankara, t.y, s.41; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, II/763).
Cenab-ı Allah, Osman Bin Affân Hazretleri'nden ve diğer tüm Ashâb-ı Kirâm Efendilerimiz'den razı olsun. Bizleri de şehitlik mertebesiyle müjdelesin. Bu mübarek Sahabe Efendilerimiz'in şefaatlerine nail eylesin bizleri... Amin.
____________________________________
[1]Tabakât, 3: 55; İnsânü’l-Uyûn, 1: 446; İstiâb, 4: 221
[2]age.
[3]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 26-27.
[4]Tirmizî, Menâkıb: 19.
[5]Üsdü’l-Gàbe, 3: 378.
[6]Sîre, 3: 330; Zâdü’l-Mead, 3: 290-291.
[7]Tirmizî, Menâkıb: 19; Hayâtü’s-Sahâbe, 2: 97.
[8]Tirmizî, Menâkıb: 19.
[9]Hayâtü’s-Sahâbe, 2: 14.
[10]Asr-ı Saadet, 1: 293-294
[11]Asr-ı Saadet, 1: 293-294
[12]Tirmizî, Menâkıb: 19; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 28.
[13]Mektûbât, s. 48.
[14]Müsned, 1: 57-75.
[2]age.
[3]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 26-27.
[4]Tirmizî, Menâkıb: 19.
[5]Üsdü’l-Gàbe, 3: 378.
[6]Sîre, 3: 330; Zâdü’l-Mead, 3: 290-291.
[7]Tirmizî, Menâkıb: 19; Hayâtü’s-Sahâbe, 2: 97.
[8]Tirmizî, Menâkıb: 19.
[9]Hayâtü’s-Sahâbe, 2: 14.
[10]Asr-ı Saadet, 1: 293-294
[11]Asr-ı Saadet, 1: 293-294
[12]Tirmizî, Menâkıb: 19; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 28.
[13]Mektûbât, s. 48.
[14]Müsned, 1: 57-75.
Yorum Gönder