GuidePedia

0

Peygamberimiz'in (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) üçüncü halifesi, hayâ ve edep numunesi Hz. Osman (Radıyallahû Anh), hayatta iken cennetle müjdelenen bahtiyarlardan biriydi. Hz. Ebû Bekir (Radıyallahû Anh), ilk defa eski samimi dostlarını ziyaret ederek hak dini onlara anlatmaya başlamıştı. Bu dost­larından biri de Hz. Osman’dı (Radıyallahû Anh). Hz. Osman (Radıyallahû Anh) yaradılıştan halim selim, iyi ahlâklı ve dürüst bir şahsiyetti. 

İslam’ı kabule müsait bir mizaca sahipti. Hz. Ebû Bekir’i (Radıyallahû Anh) dikkatle dinledi ve anlattıklarına büyük bir alaka duydu. Sonra da birlikte Re­sû­lul­lah’ın (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) huzuruna gittiler.

Peygamberimiz (a.s.m.), Hz. Osman’a (Radıyallahû Anh):

“Allah’ın ihsanı olan cennete rağbet et. Ben sana ve bütün insanlara hidayet rehberi olarak gönderildim. Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur.” dedi. Kur’ân-ı Kerim okudu.

Hz. Osman (Radıyallahû Anh) İlahî kelamın cazibesine kapıldı. Hemen Kelime-i Şehadet getire­rek Müslüman oldu. Hz. Osman (Radıyallahû Anh), daha sonraları bu hissiyatını şöyle dile geti­rir:

“Re­sû­lul­lah’ın (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) lisanından duyduğum o ilk sözler, o kadar saf ve sade, o kadar tesirli idi ki, âdeta Kelime-i Şehadet ihtiyarsız olarak dudaklarımdan dökülüverdi.”

Hz. Osman (Radıyallahû Anh), İslam’la şereflendiği sırada 34 yaşında idi. Genç, nüfuzlu bir tüc­cardı. Hâli vakti yerinde bir kimseydi. Müslüman olduğunu öğrenen amcası Hakem bin Ebi’l-As öfkesinden çıldıracak gibi olmuştu. Osman’ı bir direğe bağladı ve:

“Bu dini terk etmedikçe sana hiç yiyecek vermeyeceğim!” dedi. Fakat ölüm pahasına da olsa, onun dininden dönmeyeceğini anlayan diğer akraba­sı araya girerek serbest bıraktırdılar.[1]

İslamiyet gelmeden önce Ebû Leheb’in oğlu Utbe, Peygamberimiz'in (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) kızı Hz. Rukiyye (Radıyallahû Anha) ile evliydi. Utbe, Peygamberimiz'in (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) yeni bir dini tebliğ ettiğini öğre­nince gelip Peygamber Efendimize (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) hitaben:

“Senin kızını da, tebliğ et­tiğin dini de istemiyorum!” demiş ve Hz. Rukiyye’yi (Radıyallahû Anha ) boşamıştı. 

Bunun üzerine Hz. Osman (Radıyallahû Anh), Hz. Rukiyye’ye (Radıyallahû Anh) talip olmuş ve onunla evlenmişti.

Müşriklerin zulmünden dolayı Habeşistan’a hicret eden 15 kişilik kafile ara­sında Hz. Osman ve Rukiyye de (Radıyallahû Anhümâ) bulunuyordu. Re­sû­lul­lah (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem), Hz. Os­man’ın (Radıyallahû Anh) herkesten önce yola çıktığını duyunca şöyle buyurdu:

“Onların dostu ve hâkimi Allah’tır. Osman, Lût’tan (Aleyhisselâm) sonra ailesiyle bir­likte ilk hicret eden kimsedir.”[2]

Hz. Osman (Radıyallahû Anh), bir müddet Habeşistan’da kaldıktan sonra tekrar hanımıyla birlik­te Mekke’ye döndü. Daha sonra da oradan Medine’ye hicret etti.


Hz. Osman’ın (Radıyallahû Anh) en bariz vasfı, edep ve hayâsı idi. Hz. Âişe’nin (Radıyallahû Anha) rivayetine göre, bir gün Re­sû­lul­lah, üzerine bir örtü çekmiş olduğu hâlde istirahat ediyordu. O sırada Hz. Ebû Bekir (Radıyallahû Anh) kapıya geldi, içeri girmek için izin istedi. Re­sû­lul­lah tav­rında bir değişiklik yap­madan içeri girmesine izin verdi. Sonra soracağını sorup gitti. Daha sonra Hz. Ömer (Radıyallahû Anh) geldi, ona da aynı şekilde hâlini değiştirmeden izin verdi. Ondan sonra Hz. Osman (Radıyallahû Anh), huzura girmek için izin istedi. Bu defa Re­sû­lul­lah hemen doğruldu, toparlandı.

Bunun üzerine Hz. Âişe (Radıyallahû Anha):

“Ey Allah’ın Resûl’ü!” dedi, “Ebû Bekir ve Ömer için toparlanmadığınız hâlde, neden Osman gelince hâlinizi değiştirdiniz?”

Allah Resûlü şöyle cevap verdi:

“Çünkü Osman çok hayâlı birisidir. Kendisinden meleklerin bile hayâ ettiği bir kimseden ben hayâ etmeyeyim mi?!”[3]

Ebû Mûse’l-Eş’arî anlatıyor:

Re­sû­lul­lah (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) ile birlikte bir eve gelmiştik. Bana:

“Kapıda dur ve kimseyi izinsiz içeri alma!” buyurdu.

Biraz sonra Ebû Bekir çıkageldi.

“Ey Allah’ın Resûl’ü!” dedim, “Gelen, Ebû Bekir’dir.” Buyurdu ki:

“İçeri al ve kendisini cennetle müjdele.”

Sonra Ömer geldi. Ona da aynı şeyi söylememi emretti.

Daha sonra Osman geldi. Onun için şöyle buyurdu:

“İçeri al ve onu da başına gelecek belalardan dolayı cennetle müjdele!” buyurdu. 

Böylece, Hz. Osman’ın (Radıyallahû Anh) hem cennetle müjdelenenlerden, hem de ilerde başına pek çok musibet gelecek birisi olduğunu ifade etmiş oldu.[4]

Hz. Osman (Radıyallahû Anh), bütün arzusuna rağmen Bedir Savaşı’na katılamamıştı. Zira ha­nımı Hz. Rukiyye (Radıyallahû Anha) ağır hasta idi. Peygamber Efendimiz mazeretini kabul ettiği hâlde, o, kalbinde Bedir’e iştirak edememenin üzüntüsünü hissediyordu. Hz. Rukiyye yakalandığı hastalıktan kurtulamadı, vefat etti. Bedir’de Müslümanla­rın zaferi Hz. Osman’ın (Radıyallahû Anh) bu derin üzüntüsünü sevince çevirdi.

Re­sû­lul­lah (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem), Bedir’den döndükten sonra Hz. Osman’a (Radıyallahû Anh) bir müjde daha verdi:

“Sen Bedir’e katılmadığın hâlde bir şehit ecri aldın.”

Daha sonra Peygamberimiz (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem), diğer kızı Hz. Ümmü Gülsüm’ü (Radıyallahû Anha) de Hz. Osman’a (Radıyallahû Anh) nikâhladı. 

Bundan sonra Hz. Osman “iki nur sahibi” manasında “Zinnûreyn” la­kabıyla anıldı.

Hz. Ümmü Gülsüm’ün (Radıyallahû Anha) vefatından sonra da Peygamberimiz (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem), “Eğer 40 tane kı­zım olsaydı, onları birer birer Osman’la evlendirirdim!” buyurarak, hayâ timsali olan damadını teselli etti.[5]

Uhud Gazası’na katılan Hz. Osman (Radıyallahû Anh), orada Peygamberimizin (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) vefat haberinin yayılması üzerine duyduğu üzüntüyü zaman zaman hatırlar ve o sırada çektiği ıstırabın şiddetini dile getirirdi.

Hicret’in 4. yılında yapılan Zâtürrikâ Gazvesi’nde Peygamberimiz, kendisini Medine’de vekil olarak bırakmıştı. Bundan sonra yapılan bütün gazalara katılan Hz. Osman (Radıyallahû Anh), Hudeybiye Sulhü sırasında da Resûl-i Ekrem Efendimiz (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem)  tarafından Kureyş’e elçi olarak gönderilmişti. Hz. Osman (Radıyallahû Anh), Mekke’ye gidip, geliş maksatla­rının sadece umre haccı yapmak olduğunu anlattıysa da, müşrikler direnmeye devam ediyor, şöyle diyorlardı:

“Git, seni gönderene söyle. O hiçbir zaman Mekke’ye girip Kâbe’yi tavaf edemeyecek! Ama sen Kâbe’yi tavaf etmek istersen, edebilirsin.”

Hz. Osman (Radıyallahû Anh) ise onlara şöyle cevap vermişti:

“Ben Re­sû­lul­lah (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) olmaksızın Kâbe’yi tavaf etmem!”

Kureyşliler, Hz. Os­man’ın (Radıyallahû Anh) bu sözünden çok rahatsız oldular ve bir müddet kendisini göz hapsinde tuttular.

Müşriklerin sözleri boşa çıkacak ve Re­sû­lul­lah çok kısa bir zaman sonra gele­rek Kâbe’yi tavaf edecekti.

Hz. Osman’ın (Radıyallahû Anh) göz hapsinde tutuluşu, Müslümanlara “şehit edildiği” şeklinde ulaştı. Bu­nun üzerine galeyana gelen Müslümanlar savaştan başka çare görmüyorlardı. Heyecan son safhasındaydı. İlahî vahiy “Re­sû­lul­lah’a biat yapılması” şeklinde tecelli etti. Bü­tün Müslümanlar, Re­sû­lul­lah’a itaat edeceklerine, Al­lah ve Resûlü yolunda canlarını feda edinceye kadar savaşacaklarına söz verdi­ler. Re­sû­lul­lah bir eliyle kendisi için, diğer eliyle de Hz. Osman (Radıyallahû Anh) için biat alıyor­du. Bu biat, İslam tarihine “Rıdvan Biatı” olarak geçti.

Müşrikler bunu haber alınca endişeye kapıldılar ve Hz. Osman’ı (Radıyallahû Anh) serbest bı­raktılar. Bir müddet sonra Hz. Osman’ın (Radıyallahû Anh) çıkıp gelmesi Müslümanları çok sevin­dirdi. Kendisine, “Her hâlde Kâbeyi tavaf etmişsindir” dediler. Hz. Osman’ın (Radıyallahû Anh) cevabı ise şu idi:

“Allah’a yemin ederim ki, Mekke’de bir yıl kalsaydım ve Re­sû­lul­lah da Hudey­bi­ye’de bulunsaydı, o Kâbe’yi tavaf etmedikçe, ben yine tek başıma tavaf et­mezdim.”[6]

Hz. Osman (Radıyallahû Anh) daha sonra yapılan Hayber Gazası’na, Mekke’nin Fethi’ne ve Hevazin Harbi’ne iştirak etti. Huneyn Gazası’nda, etten bir kale gibi Re­sû­lul­lah’ı (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) ko­ruyan ve müdafaa edenler arasında Hz. Osman da (Radıyallahû Anh) vardı.

Hz. Osman (Radıyallahû Anh), Tebük Gazvesi’nde 1000 dinar para, 50 at ve 100 adet deve yardı­mında bulundu. Peygamberimiz onun bu cömertliği karşısında:

“Bundan sonra yapacağı hataların hiçbirisi Osman’a zarar vermez.” buyurarak onu müjdele­di.[7]

Hz. Osman (Radıyallahû Anh), zenginliğin şükrünü eda etmek için muhtaçlara bol bol ikramda bulunur, fakat kendisi gayet mütevazi yaşardı.

Medine’de kıtlık olduğu bir sırada Hz. Osman (Radıyallahû Anh), Şam’dan 100 deve yükü buğ­day getirtmişti. Sahabe-i Kirâm, satın almak için yanına koştular. Ancak o:

“Siz­den daha iyi alıcım var. Sizden daha fazla kâr veren var.” dedi. Sahabiler bunu Hz. Ebû Bekir’e bildirip üzüldüklerini ifade ettiler. Hz. Ebû Bekir (Radıyallahû Anh), Hz. Osman’ı (Radıyallahû Anh) herkesten iyi tanıdığı için onlara şöyle dedi:

“O, Re­sû­lul­lah’ın (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) damadı olmakla şeref kazanmıştır. Cennet'te de onun arkada­şıdır. Siz onun sözünü yanlış anlamışsınızdır. Buyurun, beraber gidelim ve du­rumu kendisinden öğrenelim.”

Hz. Osman’ın (Radıyallahû Anh) yanına vardıklarında Hz. Ebû Bekir (Radıyallahû Anh):

“Ey Osman, sahabiler sözlerine üzülmüşler. Ne dersin? Meselenin aslı nedir?”

Hz. Osman (Radıyallahû Anh) şöyle cevap verdi:

“Ey Re­sû­lul­lah’ın halifesi! Onlardan daha iyi alıcı olan biri, 1’e 700 veriyor. Biz de buğdayı 1’e 700 verene sattık.”

Hz. Osman (Radıyallahû Anh) bu sözleriyle, kervandaki malını Allah yolunda sadaka olarak verdiğini ifade ediyordu.

Nitekim az sonra 100 deve yükü buğdayı Medine’de bulunan fakir sahabilere karşılık­sız olarak dağıtıverdi. Hz. Ebû Bekir (Radıyallahû Anh) buna çok sevindi ve Hz. Os­man’ı (Radıyallahû Anh) alnından öptü.

Hz. Osman (Radıyallahû Anh), bir defasında Re­sû­lul­lah’ın evinde yiyecek kalmadığını haber almıştı. 

Derhâl semiz bir koyun, bir miktar un ve yağ alarak Hz. Âişe’nin (Radıyallahû Anha) kal­dığı eve götürdü ve şöyle dedi:

“Ey müminlerin annesi! Re­sû­lul­lah’ın bunu diğer hanımları arasında pay­laştıra­ca­ğı­nı sanıyorum. Asla yapmasın. Çünkü ben onlara da bunların aynı­sını göndereceğim.”
Peygamberimiz (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) eve gelip durumu öğrenince:

“Yâ Rabbi! Osman’ın geçmiş, gelecek, açık ve gizli bütün günahlarını bağışla!” diye dua etti.

Hz. Ali (Keremallahû Vechehû), Hz. Fatıma’yla (Radıyallahû Anha) evleneceği zaman, düğün masrafı yapmak için zır­hını satılı­ğa çıkartmıştı. Pazarda Hz. Osman’la (Radıyallahû Anh) karşılaştı. Hemen müjdeyi verdi. Sonra da me­hir parası için zırhını satmak istediğini söyledi. Osman (Radıyallahû Anh) 480 dirheme zırhı satın aldı, parasını ödedi. Sonra Hz. Ali’ye (Keremallahû Vechehû) döndü ve şöyle dedi:

“Yâ Ali, Allah yolunda hizmet etmen için bu zırhı sana düğün hediyesi olarak veriyorum. Bu zırh ancak senin gibi bir İslam kahramanına layıktır.”

Hz. Osman’ın (Radıyallahû Anh) en büyük hususiyetlerinden birisi de cömertliğiydi. 

Hz. Osman (Radıyallahû Anh), servetini Allah yolunda harcamaktan çekinmezdi. Bir defasında Müslümanlar içecek su bulmakta sıkıntı çekiyorlardı. Rûme Kuyusu’nun suyundan başka tatlı su bulamıyorlardı. Bu kuyu ise bir Yahudi’ye aitti. Suyu Müslümanlara çok pahalı­ya satıyordu. Bu durum Peygamberimizi (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) çok üzüyordu. Sahabilerle be­raber olduğu bir sırada:

“Rûme Kuyusu’nu kim satın alırsa, Cennet'te de onun benzer bir kuyusu olacaktır.” buyurdu.

Hz. Osman (Radıyallahû Anh) da oradaydı. Hemen harekete geçti. Yahudi’yi buldu. Kuyuyu satın almak istediğini söyledi. Yahudi kuyunun tamamını satmaya yanaşmadı.

Çok yüksek bir fiyata yarısını sattı. Hz. Osman (Radıyallahû Anh) sevinçle Peygamberimiz'in (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) huzuruna çıktı. Kuyunun yarısını satın aldığını ve Müslümanlara vakfettiğini söyledi. Re­sû­lul­lah (a.s.m.):

“Osman’ın hayrı ne güzel hayırdır!” buyurarak onu taltif etti. Hz. Osman (Radıyallahû Anh) bilahare kuyunun diğer yarısı­nı da satın alarak tasadduk etti.[8]

Hz. Ebû Bekir’in (Radıyallahû Anh), halifeliği sırasında istişare ettiği ve görüşüne başvurduğu sahabi­lerin başında Hz. Osman (Radıyallahû Anh) gelirdi.

Hz. Ebû Bekir (Radıyallahû Anh) ölüm döşeğinde iken, kendisinden sonra halife olacak zatın va­sıf­la­rı­nı Hz. Osman’a (Radıyallahû Anh) anlatıyordu. Hz. Osman (Radıyallahû Anh) da bunları kaydediyordu. Hz. Ebû Bekir (Radıyallahû Anh), tarif ettiği zatın ismini anmadan bayılmıştı. Hz. Osman (Radıyallahû Anh) “vefat ettiği” zannıyla Hz. Ömer’in (Radıyallahû Anh) ismini yazdı.

Biraz sonra Hz. Ebû Bekir (Radıyallahû Anh) ayıldı, kimi yazdığını sordu. Hz. Osman (Radıyallahû Anh), “Ruhunu teslim ettiğini sanmıştım. Tefrika çıkmasından korktuğum için Ömer bin Hattab’ı yazdım, ey müminlerin emîri!” dedi.

Hz. Ebû Bekir (Radıyallahû Anh), onun bu hassasiyetine çok sevindi ve memnuniyetini şöyle di­le getirdi:

“İslam’a ve Müslümanlara yaptığın bu iyiliğinden dolayı Allah seni hayırla mükâfatlandırsın! Şayet kendini de yazmış olsaydın, yine isabetli hareket etmiş olurdun.”[9]

Hz. Osman (Radıyallahû Anh), Hz. Ömer (Radıyallahû Anh) devrinde de bütün gücüyle ona destek olmuş ve önemli hizmetlerin tedvirinde görev almıştı. Vefatını müteakip Hz. Ömer’in (Radıyallahû Anh) tayin ettiği şûra meclisi, Hz. Osman’ı (Radıyallahû Anh) halife seçti.

Şûra şu zatlardan meydana geliyordu:

Abdurrahman bin Avf, Sa’d bin Ebî Vakkas, Talha, Zübeyr, Osman ve Ali (Radıyallahû Anhümâ)

Hz. Ömer’in oğlu Hz. Abdullah da (Radıyallahû Anhümâ) bu heyette bulunuyordu. Hz. Ömer (Radıyallahû Anh), vefatını müteakip bu şûranın, içlerinden birisi­ni üç gün içinde halife seçmesini vasiyet etmişti.

Hz. Ömer’in (Radıyallahû Anh) teçhiz ve tekfininden sonra, heyet durumu iki gün boyunca müzakere ettiği hâlde bir türlü karara varamadı. Üçüncü gün Abdurrahman bin Avf, altı adaydan üçünün adaylıktan çekilmesini, geri kalan üçü üzerinde tercih yapılmasını teklif etti. Bunun üzerine Hz. Zübeyr Hz. Ali’yi, Hz. Sa’d da Abdur­rahman bin Avf’ı (Radıyallahû Anhümâ), Hz. Talha ise Hz. Osman’ı (Radıyallahû Anh) aday gösterdi. Abdurrahman bin Avf (Radıyallahû Anh) adaylıktan feragat ettiğini açıkladı. Bunun üzerine seçim Hz. Osman ile Hz. Ali (Radıyallahû Anhümâ) arasında kaldı.

Daha sonra Hz. Abdurrahman (Radıyallahû Anh) her ikisiyle görüşmeler yaptı. Bu arada, sokak­taki adama, evdeki kadına ve mektepteki çocuğa varıncaya kadar herkesin görüşünü aldı Çoğunluk Hz. Osman’ı (Radıyallahû Anh) tercih ediyordu.

Hz. Abdurrahman (Radıyallahû Anh) daha sonra halkı mescide davet etti. Halifeliğe Hz. Os­man’ı (Radıyallahû Anh) müna­­sip gördüğünü açıkladı ve ona biat etti. Hz. Abdurrahman’dan (Radıyallahû Anh) sonra Hz. Osman’a (Radıyallahû Anh) biat eden ikinci şahıs Hz. Ali oldu. Bunları diğer Müslümanlar ta­kip etti. Hepsi de biat et­­tiler. Hz. Osman (Radıyallahû Anh) böylece 644 tarihinde halife seçildi.[10]

Hz. Osman’ın (Radıyallahû Anh) hilafetinin ilk altı yılı fetihlerle geçti. Bu zaman içinde Afri­ka’nın mühim bir kısmı fethedildi. İspanya’ya ilk Müslüman akınları başlatıldı. Kıbrıs fethedil­di. Ayrıca Hz. Ömer’in (Radıyallahû Anh) vefatını fırsat bilerek isyan eden Ermenis­tan ahalisi itaat altı­na alındı, Taberistan fethedildi. Bu yılın en mühim bir hadi­sesi, İslam donanmasıyla Bi­­zans donanmasının Akdeniz’de karşı karşıya gelme­si ve İslam donanmasının 500 par­­çalık Bizans donanmasını bozguna uğratmasıdır. Bu zafer, Müslümanlara Akdeniz’de rahat manevra yapma imkânını ka­zandırdı. Müslümanlar, Malta ve Girit adaları­na çıktılar. Bu arada bir grup Müs­lüman, Anadolu sahillerine çıkarken, diğer bir grup da İstanbul surlarına dayan­dı. Peygamber Efendimiz'in (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) müjdesine layık olabilmek için gayret göstermiş­lerdi.

Yine bu zaman zarfında idarede eyalet sistemi kökleştirildi. İslam ülkesi mülki ve idari olmak üzere iki sisteme ayrıldı.

* * *
Hz. Osman’ın (Radıyallahû Anh) gerçekleştirdiği büyük ve tarihî hizmetlerinden birisi ve en mühimi, şüphesiz “Kur’ân-ı Kerim nüshalarının çoğaltılması” işidir. O sıralar Erme­nistan ve Azerbaycan fethine katılmış olan sahabiler arasında Kur’ân-ı Kerim’i okuma hususunda bazı farklı görüşler ortaya çıkmıştı. Çünkü Irak ordusunda bulunanlar İbni Mes’ud’dan, Şam ordusunda bulunanlar da Ubey bin Kâb’dan (Radıyallahû Anh) Kur’ân okumayı öğrenmişlerdi. Aradaki küçük farklılıklar sebebiyle Huzeyfetü’l-Yemanî, Hz. Osman’a (Radıyallahû Anh) gelmiş:

“Bu ümmet, Yahudi ve Hıristiyanlar gibi ih­tilafa düşmeden önce onların imdadına yetiş!” demişti.

Bu müracaat üzerine Hz. Osman (Radıyallahû Anh), hemen bir istişare meclisi topladı. Bu he­yet, yardımcılarıyla birlikte 12 kişiden müteşekkildi. İleri gelenleri Zeyd bin Sâbit, Abdullah bin Zübeyr, Sâid bin Âs ve Abdurrahman bin Hâris (Radıyallahû Anh) idi. Heyet, Hz. Ömer’in evinde ve Hz. Hafsa’nın himayesinde olan Kur’ân nüshasını, Hz. Ebû Bekir (Radıyallahû Anh) zamanında toplatılan nüsha esas alınarak beş (veya yedi) nüs­ha olarak çoğalttı. Çoğaltılan bu nüshalar Kûfe, Basra, Şam, Mekke, Yemen ve Bahreyn’e gönderildi. Bir nüsha da Medine’de bırakıldı. Bu nüshaya “imam” adı verildi.

* * *

Hz. Osman’ın (Radıyallahû Anh) halifeliğinin son dönemi fitne ve karışıklıklarla geçmiştir. Hz. Osman (Radıyallahû Anh) ve daha sonra Hz. Ali (Keremallahû Vechehû) devrinde meydana gelen üzücü fitne ve fesat hadiselerinin sebep ve amilleri olarak İslam tarihçileri ittifakla aşağıdaki hususları zikrederler:

1- İki Cihan Serveri Re­sû­lul­lah’a (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) yetişme bahtiyarlığına erişerek ondan feyiz ve nur alan bahtiyar Sahabe neslinin mühim bir kısmının vefat etmiş olması, ge­ride kalanların da yaşlanarak kendi köşelerine çekilmek durumunda kalması. Bu itibarla idareye tam layık kimseler bulunamıyor, mevcutların ihmalleri ve dirayetsizlikleri de zamanla karışık­lıklara sebebiyet verebiliyordu. Şüphesiz ki, Sahabe-i Kirâm’dan feyiz alan Tâbiîn nes­li de insanlık tarihinin mümtaz ne­sillerinden birisiydi. Ancak onların, adalet, dirayet ve hakkaniyette sahabiler kadar hassas olduklarını söylemek mümkün değildi.

2- Cahiliyet devrinde en önemli gurur ve iftihar sebebi olarak kabul edilen ka­vim ve kabile duyguları, İslam’ın ilk devirlerinde kutsi emirlere sadakatle uyul­masından dolayı yerini ulvi seciye ve duygulara terk etmişti. Ancak Peygambe­rimizin vefatından sonra kazanılmış olan fetih ve zaferlerde Kureyş kabilesi gençlerinin mühim payeler edinmiş olması, onların kabile gururlarını bir dere­ce uyandırmıştı. Kureyş kabilesine mensubiyet bir imtiyaz ve üstünlük vesilesi sayılmaya ve Müslümanlar arasında rahatsızlık meydana getirmeye başlamış­tı.

3- Fetihlerle İslam Devleti’nin hudutları bir taraftan Kuzey Afrika’da Mer’akeş’e, diğer taraftan Asya ortalarına Kabil’e kadar dayanmıştı. Bu durum, aynı zamanda muhtelif din, dil, ırk ve kabilelere mensup milletlerin ya Müslüman olması veya Müslüman­ların hâkimiyeti altına girmesi demekti. Bu millet­lerden bazılarının, bilhassa İranlıların milli gururları fazlaca incinmiş olduğun­dan, merkezî İslam otoritesine karşı yavaş yavaş bir başkaldırma ve muhalefet hareketi baş göstermişti.

4- Hz. Osman’ın (Radıyallahû Anh) yaradılıştan yumuşak huylu, halim selim oluşu, insanları cezalandırmaktan ziyade affı tercih etmesi, bazılarının bunu istismar etmesi­ni netice vermiş ve bu da suiistimallere ve idarenin zaafa uğramasına sebebiyet vermişti. Zaafa uğrayan bir idarede ise, maksatlı kimseler fitne ve fesat hareket­lerine rahatlıkla devam edebilmişlerdir.

5- Hz. Osman (Radıyallahû Anh), Müslüman olmadan önce de gayet zengin, iyiliksever ve cömertti. Akrabasına düşkündü; onlara daima iyilik yapar, korur gözetirdi. Müslüman olduktan sonra ise bu duyguları ve iyilikseverliği daha da inkişaf et­miş ve akrabasını çok­ça gözetir olmuştu. Onun kendi malından ve kesesinden yaptığı yardımlar hazineden imiş gibi gösterilerek aleyhinde propagandalar yapılmış ve bu şekilde fitne ve fesat körüklenmiştir.

6- Hz. Ebû Bekir ve Ömer (Radıyallahû Anhümâ) zamanlarında idareciler gayet dirayetli ve oto­riter, zemin ise fitne ve fesat hareketlerinden uzaktı. Hz. Osman (Radıyallahû Anh) ise şartların hassasiyeti do­layısıyla kimseye itimat edemez olmuş ve mühim idarecilikle­re, her zaman iyilikleriy­le kendisine bağlamış olduğu akrabasını getirmeyi tercih etmişti. O böyle hareket et­mekle otoriteyi sağlamaya çalışıyordu. Şüphe­siz ki bu idareciler de gayet liyakatli ve dü­rüst kimselerdi. Ancak bu durum, mu­halifler tarafından, “akrabanın kayırılması” ve “mühim idareciliklere akrabanın getirilmesi” şeklinde propaganda edilmiştir.

7- Fetihlerle birlikte Arap toplumu değişik milletlerle münasebetler içine gir­miş, bu şekilde kurulan evliliklerle ya yeni Müslüman veya henüz Hıristiyan ve Yahudi ailelerinden meydana gelen çocuklar ahlakta ve dinde zayıf yetişmiş­tir.. Bu da fitne ve fesat için müsait bir zemin teşkil etmiştir.

Bütün bu sebeplere, Yahudi asıllı Abdullah ibni Sebe’nin de gayretleri ekle­nince, önü alınamaz bir fitne ateşi ortaya çıkmıştı.

Nihayet Hicret’in 35., Hz. Osman’ın (Radıyallahû Anh) hilafetinin de 12. yılında Kûfe, Basra ve Mısır gibi bölgelerden gelen bozguncular, Hz. Osman’ın evini muha­sara altına aldılar. Başta Hz. Ali (Keremallahû Vechehû) olmak üzere ileri gelen sahabiler muhasarayı kaldırmak için gayret gösterdiyse de, buna bir türlü muvaffak olamadılar. Ka­der hükmünü yerine getirecekti. Bozguncular bu edep ve hayâ abidesi, masum ve mazlum halifeyi şehit etmeye kararlıydılar. Hz. Osman (Radıyallahû Anh), gözü dönmüş cani­lere son defa hitap ederek şöyle dedi:

“Beni niçin öldürmek istiyorsunuz?! Hâlbuki ben, Re­sû­lul­lah’ın (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) şöyle buyur­duğunu işitmişim: ‘Şu üç hâlin dışında Müslüman’ı öldürmek haramdır: Evliy­ken zina eden, kasten adam öldüren, Müslüman olduktan sonra dinden dönen…’ Allah’a yemin ederim ki, ben ne Cahiliye döneminde, ne de Müslüman olduk­tan sonra zina etmedim. Hiç kimseyi öldürmedim. Müslüman olduktan sonra da bu dinden asla ayrılmadım... O hâlde beni neye dayanarak öldürmek istiyorsu­nuz?!”[11]

Fakat fitne ağları örülmüş, tahrikler yatıştırılamayacak noktaya varmıştı. Hz. Ali (Keremallahû Vechehû), iki oğlunu, Hasan ve Hüseyin’i halifeye nöbetçi bırakmıştı. 

Abdullah bin Ömer ve bazı sahabiler de aynı şekilde halifeyi bekliyorlardı. Bu arada bozgun­culara karşı koyacak kuvvet vardı. Abdullah bin Zübeyr, Zeyd bin Sâbit, Ebû Hüreyre (Radıyallahû Anh) ve diğer sahabiler, Allah’ın dinine yardım etmeye hazır oldukla­rını, halife izin verirse bozguncularla savaşmak istediklerini söylediler. Fakat Hz. Osman (Radıyallahû Anh), Müslüman kanı akmasını asla istemiyordu. Bu istekleri hep geri çe­viriyordu:

“Ben hiçbir zaman ‘Müslüman kanı döken bir halife’ olarak anılmak istemem. Tek bir kişinin kanının dökülmesinden bile Allah’a sığınırım! Ben savaşsam on­lara galip geleceğimi gayet iyi biliyorum. Fakat ben onları da, onları aleyhimde kışkırtanları da Allah’a havale ediyorum…”[12]

Edep, hayâ ve fazilet timsali, İslam’ın üçüncü halifesi, şehadetinden bir gün önce rüyasında, Peygamber Efendimizle (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) birlikte Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’i (Radıyallahû Anhümâ) gördü. Peygamberimiz (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) kendisine hitaben:

“Biz oruçluyuz, seni de iftara bekliyoruz.” buyurmuştu. Hz. Osman (Radıyallahû Anh) uyandıktan sonra o gece hemen oruca ni­yet etti.

Sevinçliydi. Çünkü artık Allah (Celle ve Alâ) ve Resûl’üne (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) kavuşma günü gelmişti. O gün Cuma idi. 

Kur’ân okumaya başladı. Bozgunculardan birkaçı tam bu sırada fırsat bulup içeri daldılar ve Hz. Osman’ı (Radıyallahû Anh) şehit ettiler. Hz. Osman’dan (Radıyallahû Anh) akan kanlar, okuduğu Kur’ân’ın üzerine damladı. Böylece, Peygamber Efendimiz'in (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) istikbale ait bir mucizesi daha gerçekleşmiş oluyordu. Çünkü onun “haksız yere şehit edi­leceği”ni haber vermişti.

Hz. Osman’ın (Radıyallahû Anh) şehit edilmesiyle alakalı olarak Bediüzzaman Hazretleri’nin, “Neden Sahabiler veli oldukları hâlde bu fitneleri keşfedip, çıkaranlara karşı tedbir almadılar?” şeklindeki suale verdiği cevap, aynı zamanda bu cinayetin se­beplerine de ışık tutmaktadır: “O hadisata sebebiyet veren ve fesadı çeviren birkaç Yahudi’den ibaret değil­dir ki, onları keşfetmekle fesadın önü alınsın… Çünkü pek çok milletlerin İslamiyet’e gir­meleriyle birbirine zıt ve muhalif çok cereyanlar ve efkâr karıştı. Bahu­sus bazıların gurur-u millileri Hz. Ömer’in darbeleriyle dehşetli yaralandığın­dan, seciyyeten intikama fırsat beklerlerdi. Çünkü onların hem eski dini iptal edilmiş, hem medar-ı şerefi olan eski hükûmeti ve saltanatı tahrip edilmiş. İnti­kamını bilerek veya bilmeyerek hâkimiyet-i İslamiyeden almaya hissen taraftar bir suret almış. Onun için Yahudi gibi zeki ve dessas bir kısım münafıklar, o hâlet-i içtimaiyeden istifade ettiler, denilmiş. Demek o hadisatın önünü almak o vakitteki hayat-ı içtimaiyeyi ve muhtelif efkârı ıslahla olurdu. Yoksa bir iki müfsidin keşfedilmesiyle olmazdı.”[13]

* * *

Hz. Osman (Radıyallahû Anh), Re­sû­lul­lah’tan (Sallâllahû Aleyhi ve Sellem) 146 hadis rivayet etmiştir. Bunlardan Ahmed bin Hanbel’in “Müsned”inde yer alanlarından bazıları şunlardır:

“Kabir, ahiret yurtlarının ilkidir. Bir kimse eğer orada kurtuluşa ererse ondan sonrası daha kolaylaşır. Eğer orada kurtuluşa eremezse, ondan sonrası daha da zorlaşır.”

“Bir Müslüman, yolculuk veya başka bir maksatla evden çıkar ve ‘Allah’a iman ettim. 

Allah’a dayandım. Allah’a tevekkül ettim. Allah’ın güç ve kuvveti dışında hiçbir güç ve kudret yoktur.’ diye dua ederse, evden bu şekilde ayrılışı iyiliklere kavuşmasına vesile olduğu gibi, kötülüklerden de uzaklaşmasına se­bep olur.”

“Lâilâhe illallah gerçeğini bilerek ve ona inanarak ölen kimse Cennet'e gi­der.”

“Yatsı ile sabah namazını cemaatle kılan kimse, bütün geceyi ibadetle geçir­miş olur.”

“Kim güzel bir şekilde abdest alır, mescide girer ve namazını kılarsa, diğer namaz vaktine kadar arada geçen günahlarını Allah affeder.”[14]

Hz. Osman (Radıyallahû Anh) tarafından değişik vilâyet merkezlerine gönderilen nüshalar, asırların geçmesiyle kayboldu. Günümüzde halen onlardan bir tanesi İstanbul Topkapı müzesinde; bir diğer tam olmayan nüshası Taşkent'te bulunmaktadır. Çarlık Rus hükümeti onun faksimile ile röprodüksiyonunu (fotoğraf veya fotokopi ile tam kopyasını) neşretmiştir.

Şu anda dünyanın her yanında okunmakta olan Kur'an'larla Taşkent'teki Kur'an arasında tam bir benzerlik, aynılık söz konusudur. (Muhammed Hamidullah, İslam'a Giriş, Ankara, t.y, s.41; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, II/763).



Cenab-ı Allah, Osman Bin Affân Hazretleri'nden ve diğer tüm Ashâb-ı Kirâm Efendilerimiz'den razı olsun. Bizleri de şehitlik mertebesiyle müjdelesin. Bu mübarek Sahabe Efendilerimiz'in şefaatlerine nail eylesin bizleri... Amin.
____________________________________

[1]Tabakât, 3: 55; İnsânü’l-Uyûn, 1: 446; İstiâb, 4: 221
[2]age.  
[3]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 26-27.
[4]Tirmizî, Menâkıb: 19.
[5]Üsdü’l-Gàbe, 3: 378.  
[6]Sîre, 3: 330; Zâdü’l-Mead, 3: 290-291.
[7]Tirmizî, Menâkıb: 19; Hayâtü’s-Sahâbe, 2: 97.  
[8]Tirmizî, Menâkıb: 19.
[9]Hayâtü’s-Sahâbe, 2: 14.  
[10]Asr-ı Saadet, 1: 293-294  
[11]Asr-ı Saadet, 1: 293-294  
[12]Tirmizî, Menâkıb: 19; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 28.
[13]Mektûbât, s. 48.  
[14]Müsned, 1: 57-75.

Yorum Gönder

 
Top